Kafkas sıradağlarının kuzeyi ile Karadeniz’i birbirinden ayıran ve Avrupa’ya doğru uzanan sahil şeridi; dağlara doğru uzanan sarp geçitler; sularını Kuban’a, Terek’e ve küçük ırmaklara doğru çeken vadiler dünyanın en eski halklar mozaiğini barındırmaktadır.
Bir kısmı, Greko-Latin’lerin ilk ortaya çıktığı dönemlerde bu topraklarda yaşıyordu; diğer bir kısmı, Asya’dan Atlantik’e doğru gelen sayısız akınlar önünde uzaklara sürüklendi; diğerleri, bu akınların getirdiği felaketlerden kurtulmak için dağların en yüksek tepelerine çıkarak oralarda kaldılar ve bir kaç kuşak içinde doğası, iklimi ve insanları ile kaynaşarak kafkaslılaştılar.
Bu, Kuzey Kafkasyalıların ikinci karakteridir: bütün farklı kökenlerine, anlaşmazlıklara, iç savaşlara ve kardeş kavgalarına (ki bütün bunlar Rus işgalini çok kolaylaştırmıştır) rağmen bu coğrafyada tek tip olmayan (farklılıklar ve çeşitlilik çok fazladır) ancak, sadece “Kafkas” olarak karakterize edilen bir maddi ve kültürel uygarlık ortaya çıkmıştır.
Geçen yüzyıla kadar, bazı yerlerde daha yakın tarihe kadar, sosyal yapılar feodal ve ataerkil bir yapıdadır. Bu yapı, ulusal örgütlenmelerin kişisel ilişkiler düzeyindeki belli belirsiz şebekesini boğucu bir rol oynadı. Talancılık, tamamen atlı ve kabına sığmayan bir gençlik, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bir köy yaşamı, övgü dolu ve şakacı şarkılarla beslenen zengin ve ilkel bir destan kültürüne dayalı ahlaki değerler her tarafta kahramanlığı yüceltti, ölümden korkmayı kafalardan sildi ve beklenmeyen, paradoksal davranış türlerini teşvik etti.
Oset Nart Destanları
Bütün bunlar, ekonomik koşullara bağlı olarak, saygınlığın yerleşik ve durağan zenginliğe, lüks konutlara göre elde edilmediği, asıl saygınlığın yapılan davetlerle, verilen ziyafetlerle, her an gösterilen misafirperverlikle, sınırsız ve hesapsız bir cömertlikle, kahramanlıkla, büyüklerin yaptığı anlamlı konuşmalarla, silahların ve binek takımlarının güzelliği ve kalitesi ile edinildiğine inanılan bir kültür yarattı.
Bu ideal yapı, Kafkasya ele geçirilemez bir kale gibi dünyadan soyutlanmış bir şekilde kaldığı süre içinde, bağımsızlığı anarşiyle karıştırarak güçlendi. Büyük kuzey komşu imparatorluk, Kafkasya’yı işgale karar verdikten kısa bir süre sonra yanıldığını anladı: Kafkas halkları yarım yüzyıla yakın bir süre savaşmadan teslim olmayacaklardı ve bu arada Ruslar onların olağanüstü kahramanlıklarına ve çağ dışılıklarına tanık olacaklardı.
Politik olmayan birinin ya da bir hümanistin gözünde, tüm eski değer yargılarını hala yaşatan ve başka yerlerde ancak fosilleşmiş kitaplarda bulunabilen bu anakronizmin son derece ilgi çekici olduğunu söylemeye gerek var mı? Kafkasya’nın, Çar’dan edebiyatçılara ve insani duygularını yitirmeyen Ruslara kadar, çok geniş bir kesimde hayranlık uyandırması buradan geliyor olsa gerek.
Rusların ünlü Gürcistan Askeri Yolu’nu açtıkları Kuzey Kafkasya Dağları’nın merkezinde üç çeyrek yüzyıldan beri yapılan tarihsel araştırmalarla açığa çıkan rolleri bugünkü sayılarıyla karşılaştırılamayacak kadar büyük bir halk yaşıyor: Oslar veya Osetler. Çerkesler, Çeçenler, Dağıstanlılar ve Gürcülerden tamamen farklı olan Osetler, tarih boyunca, sürekli bir biçimde güçlerini ve etkilerini bu güney komşuları üzerinde hissettirdiler. Osetler, Kazak yerleşimlerinden önce Kuzey Kafkasya’da yaşayan tek ve saf Hint-Avrupa kökenli halktır.
Herodot’un ve Antik Çağ’da yaşayan diğer tarihçi ve coğrafyacıların İskitler ve Sarmatlar olarak tanımladıkları geniş gurupların son kalıntılarıdırlar. Onlar, barbar akınları döneminde değişik adlarla, özellikle Alanlar ve Roksalanlar olarak, Avrupa’yı baştanbaşa kat ettiler ve Fransa da dâhil olmak üzere (Sarmatcium), geçtikleri yerlerde izlerini ve imzalarını bıraktılar. Türkistan’dan Tuna’ya kadar uzanan stepleri bir ucundan öteki ucuna kadar durmaksızın dolaşan bu topluluklar Slav, Macar ve Türk sentezleri içinde kayboldular.
Sadece, Alanların torunları diyebileceğimiz gurup hâlâ varlığını devam ettiriyor. Osetlerin çok canlı bir biçimde korudukları dilleri aracılığı ile biz, bugün klasik İran dil gurubundan erken çağlarda ayrılan İskit dilini çözümleyebiliyoruz. Bu da XIX. yüzyılın sonlarından beri dil bilimcilerin, tarihçilerin, sosyologların, folklor araştırmacılarının, kısaca Hint-Avrupa dil gurubuna ait ne varsa araştıran herkesin Osetlere olan artan ilgilerini açıklıyor. Burada çevirisi yapılan Nart destanları onların geleneklerinin ve kültürlerinin en çok bilinen bölümleridir.
Nart destanları, sadece Osetler tarafından değil, komşuları Çeçenler ve İnguşlar, bütün Kuzey-Batı Kafkasyalılar -Çerkes, Ubıh, Abhaz-, ve Kumuklar gibi Kuzey Doğu’da küçük adacıklar halinde yaşayan dağlı Tatarlar arasında da ilginç versiyonlarla anlatılır. Ancak, Nartların ve belli başlı destan kahramanlarının Osetya’da doğduklarını düşünmemiz için yeterli nedenlerimiz var. Nar ismi, kesin olarak biliyoruz ki, Hint-İran dilindeki “kahraman” sözcüğünden türemiş bir isimdir.
Nartlar ve destan kahramanları bölge halkları tarafından içselleştirilmişler, onlara yeni roller biçilmiş ve hikâyeler yeni ikinci şahıslarla daha da zenginleştirilmiştir. Nart destanlarının bu farklı anlatımları arasında ne gibi ilişkiler kurabileceğimiz henüz yeni başlayan karşılaştırmalı araştırmalar(1) sonucu belirlenecek. Ancak, bizim buradaki konumuz esas olarak Osetya’dır.
Öte yandan destanlar Kafkasya’nın işgalinden günümüze kadar ağırlıklı olarak Osetya’da derlendi. Hala devam eden bu çalışmalar aşağı yukarı yirmi seneden beri Oset bilim adamları ve Rus meslektaşları tarafından eksiksiz bir mükemmellikte yapılmaktadır. Büyük bir kısmı burada tercüme edilen derlemeler 1946’da Zeucığeu’de –Ordjonikidze, eski Vladikavkaz- toplu eserler olarak yayınlanan ve hızını savaş sinyallerinin dahi kesemediği geniş araştırmaların önemli bir kısmıdır(2).
Osetler bu eski zaman kahramanlarını bazen doğaüstü yaratıklar -kimi kayadan doğar, kiminin vücudu çeliktendir ve bir diğeri her savaştan sonra gökyüzüne çekilir- bazen de kendilerine benzeyen ve kuşkusuz bazı İskit özellikleri taşıyan dağlılar olarak tanıtırlar. En kayda değer örneklerden biri aşağıdaki gibidir:
Nartların yaşadığı köy bir tepenin üstündedir ve yukarıdan aşağı sıralanan üç mahalleden oluşmaktadır. Her mahallede üç büyük aile oturmaktadır: en üsttekinde Ehsertegateler (te çoğul ekidir), en alttakinde Borateler ve ortada ise Alegateler. Oset Folkloru bize bu üç ailenin özelliklerini eksiksiz bir şekilde koruyarak bugüne kadar taşımıştır: “Borateler, diyor M.S. Tuganov1925 yılında yayınladığı bir araştırmasında (3), sürü zenginleri idi; Alegateler, çok zeki ve akıllı idiler; Ehsertegateler ise, diğerlerinden kahramanlıkları, güçlü oluşları ve sertlikleri ile ayrılıyorlardı”.
Burada hemen, Hint-İran kökenli toplumlarda görülen ve üç temel fonksiyonu yerine getiren üç toplumsal gurubu (bu kitapta destanlar söz konusu olduğu için “aile”) hemen tanıyoruz. Bu fonksiyonlar bilgelik (yani sihirbaz-din adamları, tüm diğerlerinin kökeni), güçlülük (esas olarak savaşçılar) ve ekonomik zenginlik olarak karşımıza çıkıyor.
Bu üç fonksiyon, Hindistan’da “varna”ların tiranik sisteminde iyice katılaşır: Brahmanlar, kshatriya ya da savaşçılar, vaiçya ya da tarım ve hayvancılık yapanlar. Bu kitapta tanıyacağımız “üç aile” bu tanıma kesin olarak uymaktadır. Bu üç Nart ailesinden (artæ Narty) bahsedilirken, örneğin tüm büyük vurdu kırdılar da bilinir ki Ehşertegate ailesi söz konusudur ve bu aileyi Safa (Bkz. Soslan’ın doğumu) şöyle tanımlamaktadır: “Ehşertegate ailesi, hiçbir şeyden korkmayan, savaş tutkusunun yanıp tutuşturduğu büyük ve güçlü bir ailedir”. Burefernıg’in reisleri olduğu Borate ailesine gelince, onlar, her şeyden önce çok zengindirler, açgözlüdürler, aptalca bir kendini beğenmişlikleri vardır ve aşağılıktırlar.
Onlara göre kahramanlık zengin olmaktır. Alegate ailesini ise, kitapta onlardan bir kez bahsedilir sadece, pagan bir din anlayışı çerçevesine yerleştirmek gerekir. Sihirli tasın mucizeleri onların evlerinde görülür (Bkz. Fendır’ın Bulunuşu). Nartların bir tür “peygamberi” olan Uastamonje ya da Nartamonje onlardandır.
Nart köyünün bu İskit ve Hint-İran çizgileri, bir Oset köyünden farklı değildir: herhangi bir Oset köyünde de asilzadeler, özgür çiftçiler, köleler bulabiliriz. Bu kitaptaki metinlerde değil, ancak başka varyantlarda Şırdon bir “piç”tir ancak o yine de Oset asilzadelerinin istedikleri gibi kullandıkları köle çocuklarından biridir. Onun gibilerin ilginç bir de adı vardır: “samanlıkta büyüyenler”.
Kadınlar ve özellikle genç gelinler, tam bir Kafkasyalı gibi davranmaktadırlar. Yaşlılar ve gençler arasındaki ilişkiler de bugünkü modern ilişkilerle aynıdır. Nartların oturdukları evler, tıpkı Osetlerin ki gibi, etrafı duvarla çevrili bir alanda bir ev, misafirler için ayrı bir ev, bir ahır, samanlık ve elbette bir de surdan oluşmaktadır. Gürcistan’dan Çeçenya’ya kadar bütün köylerde görülen bu surlar, oralardan geçen bir yolcuya savaşın buralarda uyumadığını, ama bir yerlerde saklandığını gösteriyor gibidir.
Nartlar ya kendiliklerinden ya da tellalın çağrısı ile Büyük Meydan’da (Nıhas) toplanırlar. Orada konuşmalar yapılır, nutuklar atılır. Tüm Kafkasyalılar hem iyi birer konuşmacıdır hem de güzel konuşanlara karşı çok ilgi duyarlar. Büyük Meydan’ın hemen bitiminde, yağma ve talandan elde edilen ganimetlerin paylaşıldığı “Paylaşım Meydanı” ve büyük zaferlere hazırlanılan “Savaş Oyunları Meydanı (Oyun Meydanı)” bulunur. Her ne kadar destanlarımız gerçekliği biraz süslüyorlarsa da bir mahkeme, bir de dua edilen iki tepe daha vardır.
Nart destanları, XX. yüzyılın başlarında Osetlerin hala yaşadığı gibi, yarı dinsel, yarı folklorik bir inançlar dünyasında yüzüyorlar. Kimilerinin İslamı, kimilerinin Ortodoks dinini seçmiş olmalarına rağmen, orada eski paganizmin izlerini hala bulmak olanaklıdır. Eski Gürcistan’ın etkisiyle gelen ve kilisesini, inançlar sistemini çabuk kaybeden Bizans Hıristiyanlığının da kalıntılarını gözlemlemek olanaklı.
Osetya’da, “ikinci paganizm” dönemi, bu iki büyük dinin saldırısı ve Bizans’ın yıkıntıları üzerinde doğdu. Tanrı, Hutsau, Allah ya da Hıristiyan Tanrısı’dır. Tekil anlamdaki “Tanrı” aynı zamanda “Tanrıların Tanrısı”dır (:Hutsautı Hutsau). Gökyüzünde, yeraltında, öteki dünyada “insanlar” yaşamaktadır ve bu “insanlar” çağrılsın ya da çağrılmasın, insanların günlük yaşamına “Hutsau”dan (Tanrı’dan) daha fazla karışmakta, müdahale etmektedirler.
Gürcüce “haç” demek olan “cvari”, “zuar” şekline dönüşerek, Osetya’nın sayısız kutsal yerlerinin adı olmuş ve hatta genel olarak tüm doğaüstü yaratıklar bu adla adlandırılmışlardır. Bu konuda özellikle ikili adlandırmalara da rastlanmaktadır, örneğin “zıd ve duag” gibi. Bunun ne anlama geldiğini anlamak çok güç: “zıd” veya “zed”, Hint-İran dilinde kurban adanmayı hak eden demek, “duag”a gelince, yakın zamandaki dört etimolojik denemeye rağmen, anlamı hâlâ karanlıkta kaldı. Daha çok, doğanın şu veya bu kesiminin (hayvan cinsinin, bitkilerin veya minerallerin) uzmanlaşmış koruyucusu anlamı taşıyor gibi…
Bizzat Osetler tarafından önerilen bu yorum gerçeğe yakındır, zira “duag” sözcüğü çoğu kez kendinden türeyen bileşik isim “bar duag” ile aynı anlamda kullanılmaktadır. “Barduag” sözcüğündeki “bar”, “hak etmek” demektir (burada “özellik” anlamındadır). Ancak, destan anlatıcıların düşünceleri bu yorumu desteklememektedir.
Doğaüstü yaratıklar arasında, birçokları diğerlerinden gerçek bir mitolojik figür gibi ayrılmaktadır. Öncelikle, Bizanslılara ait Aziz Elia ve Aziz George’ un adlarını taşıyan Vasila ve Uastirci bunlardandır. Vasila şimşek çakar, fırtınaları çıkarır ve aynı zamanda tarımın koruyucusudur. Uastirci ise, erkek cinsinin ve yolcuların patronudur, ancak o daha çok hukuksal yemin törenlerine başkanlık ederken görülür. Bu kitaptaki metinlerde bu ikisinden, çoğul anlamında, “Vasilalar” ve “Uastirciler” olarak bahsedilir.
Bu bana, tıpkı Borate ya da Alegate derken nasıl Bore’nin ailesi, Aleg’in ailesi kastediliyorsa onun gibi bu yarı-tanrı yaratıkların da aileleri ile birlikte yaşadıkları ve onların içinde aile fertlerinin bulunduğu bir evi yönettiklerini düşündürüyor.
Safa, köyün iyilik tanrılarının en büyüklerindendir. Toplumsal ve aile yaşamında çok önemli bir rol oynar, aile ocağına bağlılığı sağlar ve insana ilk biçimini o vermiştir. Geçen yüzyılın ortalarında dahi, anneler çocuklarını uyuturlarken ellerinden birini çocuğun kafasına diğerini de evin iç içe geçmiş duvar taşlarının üzerine koyarak Safa’nın koruyuculuğuna emanet ederlerdi.
Özel ve resmi törenlerde içilen antlar, genç kız evlilik nedeniyle baba evinden ayrılırken veda anlamında sağdıcı ile birlikte evin etrafında üç kez dolaşarak ve oğlan evine geldiğinde aynı şevleri tekrarlayarak, Safa’nın koruyuculuğunu isterdi.
Atölyesi gökyüzünde bulunan demirci Kurdalegon da Nartların dostudur. Davetlerine katılır, tıpkı bir tüccar gibi mallarını pazarlar ve siparişler alır. Bu kitaptaki metinlerde Kurdalegon’un görevi, vücudu çelikten yapılmış kahramanları ateş üzerinde kor haline getirdikten sonra onları deniz suyuna ya da çok ender bulunan bir sıvıya batırarak sertleşmelerini sağlamaktır.
Adı Aziz Teodor’dan gelen Tutir’in ise kurtlar üzerinde gücü ve etkinliği vardır: kimi zaman onları serbest bırakır, kimi zaman ise ağızlarını iri taşlarla doldurarak açlıktan ölmelerini sağlar. Uzmanlığı onu, çoğu kez koyunların koruyucusu Felvera ile karşı karşıya getirir.
Felvera’nın adı ise, Bitişik Azizler Fleure ve Laure’den gelir. Meleklere has bir sabrı vardır. Sparta efsanelerindeki genç Alcandre tarafından kör edilen Lycurque gibi o da, Tutir’in attığı bir tokat sonucu kör olmuştur, ancak soğukkanlılığını korumuş ve diğer tanrıların Tutir’i cezalandırmalarını engellemiştir.
Efsati yabani hayvanları yönetir, özellikle geyikler, domuzlar ve yaban keçilerini. Avcılar ona ava çıkmadan önce adak adarlar. O istemezse hiç bir şey avlayamayacaklarını düşünürler.
Ancak, kendisine kolaylık gösterilen avcı köyün yoksullarını iyice doyurmazsa bir daha ki avda başına uğursuzluklar geleceğine inanır.
Sular tanrısı Donbettir, su altında yaşar ve suları yönetir. İsmindeki “Don” ekini -ki Oset dilinde “su” demektir- bugünkü haritalarımızda, Karadeniz’e dökülen birçok nehrin adıyla hâlâ taşıyoruz: Danube ya da Donau (Tuna nehri), Don nehri, Dinyeper ve Dinyester nehirleri.
Ancak, ikinci eleman “bettir” eki, çok eski bir Hristiyan azizi Petros’tan gelmektedir ve Sular Taşı demektir. Donbettir geç saatlerde yıkananları, elinde tuttuğu bir zincirle kendine doğru çeker, ancak o yine de Nartlar’ın iyi yürekli tanrılarındandır. Bu kitapta aktardığımız olaylarda, Donbettir, birçok kahramanımızın ya kayınpederi ya da büyük babasıdır. Zira onun, Slavların Rusalki’leri ile karşılaştırılabilecek kadar güzel kızları vardır.
Herodot’a göre, ilk İskitler Zeus ile Boristen nehrinin güzel kızından türemişlerdi ve kuskusuz Donbettir’in kızları da bu güzelliğin mirasçılarıydılar. Geçen yüzyılın ortalarında dahi, Hıristiyan Yumurta Bayramı’nı izleyen ilk cumartesi günü, genç kızlar Donbettir’in kızlarının anısına nehir kenarlarında törenler düzenlerlerdi. Onlar böylece suların içinde barındırdığı temizlik ve duruluk özelliğini evlerine taşıdıklarına inanırlardı.
Hujendon Eldar, balıkların şefi, “Keftı Şer”dir. V.I.Abaev’in kısa bir süre önce açıklığa kavuşturduğu gibi orjinal bir tiptir. Bu tanrı büyük bir sihirbazdır ve küçük bir imparator gibi davranmaktadır. Adı, “Boğazlar Efendisi” anlamına gelmektedir. Abaev’e göre burada Kimmerya’nın “Balıklı Boğazı” kastedilmektedir. İskitçe’de “Panticapee” olan bu boğazın en büyük şehri bu günkü Kerç’tir. Belki de, Hujendon Eldar bu bölgelerin eski efendilerinin mitleştirilmiş bir sembolüdür.
Ünlü olan tanrı ve yarı tanrılar bunlar. Ancak, kendi içine kapalı, kral Barastir ile güçlü bir şekilde temsil edilen ölüler dünyasını da buraya eklemek gerek. Barastır yargıç, cezaevlerinin bekçisi ve suçsuzlarla baskıya maruz kalanların korunduğu evin sahibidir.
Ölüler dünyasının kapıcısı köle Aminon’a gelince; onunla, bu kitaptaki metinlerde iki durumda karşılaşacağız sadece: yaşayan ve cesur yolculardan bazıları ölüler dünyasına girmek ister, ancak o buna izin vermez ve bazı ölüler izin alarak yeryüzüne giderler, onların geri dönüşlerinin kesin olarak güneşin batımından önce olması gerekirken genellikle geç kalırlar.
Ancak, kral çok iyidir, bir takım mucizeler olur ve geç kalma durumları halledilir; geç kalan hiç bir ölünün geceyi yaşayanlarla geçirdiği durumla karşılaşmayız.
Yukarıda tanıtılan başrol oyuncuları daha küçük rolleri olan çok sayıdaki küçük tanrıları unutturmamalı. Bu “küçükler” Nartların yaşadıkları yerlerin yakınlarında (Oset köylerinin yakınlarında oldukları gibi) talan ve yağma için çıktıkları uzun yollarda görülürler. Yerli gözlemciler ve Rus bilgini V. Miller, bu küçük tanrılar hakkında onların göreli olarak daha taze oldukları ve yaşadıkları dönemde birçok derleme yaptı.
Doğaüstü yaratıkların bir başka türü, ne Avrupalı amatör masalcıların ne de Edda’nın okuyucularının yabancısı değil: Devler. Bizim dünyamızda, Tanrıya şükür, artık bulunmayan bu yaratıklar, Nartlar zamanında halk için gerçek bir felakettiler. Bu kitapta onlardan çok bahsedilecek. Aptal oldukları kadar güçlü, beceriksiz oldukları kadar kibirli ve kendini beğenmiş olan bu yaratıklar Nartları korkudan iyice titrettikten sonra hemen her durumda yenilmekten kurtulamazlar. Yalnız bir kez, Soslan aynı zamanda filozof olan bir devden uzun ve iyi bir vaaz dinleyecektir.
Büyük kahramanlar hakkındaki, 1946 yılında yayınlanan kolleksiyonun çok büyük bir kısmı bu kitapta aktarılıyor. Diğerleri hakkında burada sadece bir örnek aktarıyorum: Atsemez ile ilgili ilk metin. Atsemez Atse’nin oğludur. Üç Nart ailesinden herhangi birinin üyesi değildir ve “köyün kenarında” yaşamaktadır. Macerası anlatılan diğerlerinden biraz farklıdır.
Bu metinlerin sadeliklerini oldukları gibi korumaya çalıştım. Metinlerdeki ifadeler çok parlak ve az bulunan bir hayal gücü söz konusu. En karmaşık durumlar son derece sıradan ve basit sözcüklerle doğrudan doğruya ifade ediliyor. Toplumsal ilişkileri tanımlayan formülleri olduğu gibi aktarmaya çalıştım. Okuyucu bunu derhal fark edecektir. Soslan’ın, “Senin hastalıklarını yiyeyim” (De fe’ğau feon) cümlesini “özür dilerim” ya da “rica ederim” şeklinde çevirmek benim için çok üzücü olacaktı.
Bu metinleri borçlu olduğumuz, Oset araştırmaları ustası, SSCB Bilimler Akademisi Üyesi, Profesör V.I. Abaev, çevirmen olarak şaşkınlığımı ve çaresizliğimi gidermek için yorulmadan çaba gösterdi. Burada ona en içten teşekkürlerimi sunuyorum.